ist40
  İstanbul Şiirleri
 


Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allahımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

Nazım Hikmet
                                                                      

Bahar Sarhoşluğu

İlk sevgilinin gülüşüne benzer
Bir Nisan havası değil mi esen?
Zincirlere, kelepçelere inat,
Kanatlarımı açmak zamanıdır;
Allaha ısmarladık kaldırımlar.
Giyenler düşünsün dar elbiseyi,
Ölçülü sözü, hesaplı adımı
Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
Saltanat sürer gibi uçuyorum,
Erik ağacı gelin olduğu gün.
Hayranım bu şehrin bacalarına
İrili ufaklı hep bir ağızdan.
Nasıl derinden bu gökyüzüne doğru
Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz!
Dumanın daim olsun güzel baca!
Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe,
Derken camiler üstünde güvercin
Minareler katından geçiyorum
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un
Süt beyaz bir martıyım açıklarda
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!

Cahit Sıtkı Tarancı

                                                                       

Bir Gün İstanbul`da

Günlerden bir gün İstanbul`da
Sabah oldu eşya ışıdı
Bahçedeki horoz öttü
Horozun öttüğünü duyunca
Türkü tutturdu
Bir çiçek keyfine göre...
İşler bu yola döküldü mü,
İnsanoğlu durmaz
Yatağımdan kalktım
Kahvaltı ettim
Geceden kalma ne varsa
Ceketimi giydiğim gibi
Sokağa çıktım
Bir rüzgar esti hafiften
Sonra durdu
Yağmur çiseliyecek gibi oldu
Bir tramvaya atladım
Doğru parka gittim
Sıranın birinin üstüne
Uzandım
Gökyüzünü seyrettim
Gökyüzü de bir türkü söyledi
Gökyüzünün türküsü de
Horozunkine, çiçeğinkine uygundu
Öylesine maviydi gökyüzü
Öylesine derin
Öylesine sonsuz
Ama bıkılıyordu gökyüzünden
Kalktım kahveye uğradım
Bir çift söz ederim dedim
Ahbap aradım
Bulamadım
Bulamayınca
Elim şakağımda
Düşünmeye vardım
Derken öğle oldu
İş yerleri boşaldı
Cümle halkın karnı acıktı
Ben de acıktım
Bir köfteci dükkanına girdim
Köfteler kızardıkça
Ortalığı bir duman sardı
Bir soğan kokusu
Öğleden sonra da geçti aynı minval üzre
Yalnız bir aralık
Bir sevda yaşadım düşümde
Büyük bir caddeden geçerken
Bir kadın görünce balkonda
Saçları alabildiğine sarıydı
Bugüne dek
Görmediğim acaip kuşlar havalanıyordu
Sabahlığında
Sevdalandım düşümde
O benden habersiz
Akşam gelecek aşığına
Hazırlandı durdu aynasında
Gönlü sevdayla dolanların
Son uğradıkları meyhane
Bir yudum aldım da
Kendimi buldum kocaman bir denizde
Nelerin unutulup gittiği nelerin
İzi bile görünmeyen gemilerin
Akşamları sokakları dolduran serinlik
Bir kahvecinin
Kahvesinin bahçesini suladığı
Anı hatırlattı bana
Bütün gün taban teptim
İçimde bitkinlik
Akşamı ettim

Sabahattin Kudret Aksal 

                                                                       

Canım İstanbul

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…

Necip Fazıl Kısakürek
                                                                       

İstanbul

Nice büyük komutan tutuştu senin için.
Almak üzere Mevla`ya yalvardı için için.
Nasip oldu sonunda, O, muhteşem Fatih`e
O buyuk zafer ile damga vurdu tarihe.
Yedi tepe üstune kurulan koca şehir.
Sana kavusmak için olmuştuk koca nehir.
Allah, Allah diyerek, atıldik yedi koldan
Gemileri yüzdürdük, dağ tepe susuz yoldan
Kaptı şanlı sancağı çıktı Hasan surlara.
Siper etti göğsünü o zalim okçulara.
Bir Hasan binler oldu, atıldılar ileri
Şehit olmak dileği, Fatih`in şanlı eri.
Koskoca İstanbul`u hediye ettin bize
O muhteşem günde atı sürdün denize.
Her biri bir Fatih`ti kahraman askerlerin.
Büyüdükçe büyüdü, isimsiz neferlerin.
Çağ atlattin dünyaya İstanbul`u almakla
Bir er gibi savaştın, kalbindeki bayrakla.
Bu yüce savaş için feyz aldın Peygamber`den
Kalkta bak koca Fatih, yattığın o yerinden.
Boğaz`a gerdan taktı, torunlarin sonunda.
Adını senden aldı, inci gibi boynunda.
Göklere yükseliyor Sinan`ın eserleri.
Bir rüya gibi hala İstanbul`un her yeri.

Nizami Sunguroğlu
                                                                       

İstanbul Destanı

İstanbul deyince aklıma martı denir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş
İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu`da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu`da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul’a
Gülcemalle gelir
İstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Şehzadebaşı`nda akşam üstü
Sepetin üstünde üç tane mum
Bir kız yanaşır insafsızca dişi
Boyuna bosuna kurban olduğum
Kalın dudaklarında yapıncağın balı
Tepeden tırnağa arzu dolu
Sam yeli söğüt dalı harmandalı
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
Şehzadebaşı`nda akşam üstü
Yine zevrak-ı derunum
Kırılıp kenara düştü
İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
Dokuzuncu Senfoniyle kolkola
Cezayir marşı gelir
Dört başı mamur bir gelin odası
Haraç mezat satılmakta
Bir gelinle güvey eksik yatakta
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
Paslı Acem kılıçları
Amerikan kovboyları
Eller yukarı
Ne kadar da beyaz elbiseleri
Amerikan deniz erleri
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
Sütten duru buluttan beyaz
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
Yakışmaz
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler
Kan rengi, barut rengi, duman rengi
Kin tutar kir tutmaz
İstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz’da
Kimi Fenerbahçe’de yan gelir
Dalyanda kırk tane Orkinos

Bedri Rahmi Eyüboğlu 
                                                                       

İstanbul Türküsü

İstanbul’da, Boğaziçi’nde,
Bir garip Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
“İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu halım.”
“İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebalim!”
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim.
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu,
Tarifsiz kederler içindeyim.

Orhan Veli Kanık
                                                                       

Sadece Senin Yüzün

Yeraltında bir bizans sarnıcı gibi loş
Kuyularda körlerin durağan bakışlarını
Tedirgin bir çocuğun önsezileriyle
Bozmadan geçerken hiç düşünmemiştim
YUkarda bembeyaz bir güvercinin
Mavi bir balkonun bulutlarından
Benim toprağımı aradığını
Karşıda tepelerin hayal perdesini
Bir sardunya ağacı hışırdatıyor
Koyunlar sessiz bir yılan bir güneş
Bir kısrağı her yıl aşan kırların
Azgın tanrısı Pan`dan doğma yabansı
Ve inatçı bir keçi gibi Gavvino
Bir zincirlemeyle geçiyor çocukluğumun
Kısa pantolonlu kara gözlü yoksulluğuna
Sanki Pera`nın bindokuzyüzden
Art nouveau pencerelerden baktığı
Tirşe haliç ve loş kumrular oteli
Birbirinden habersiz iki odada
Seni de salıyor düşlere ve beni
Tanrım görmeden tedirgin ve kızgın
Gümüş bir asansör çıkarırken seni
Kara bir ağırlık gibi iniyorum boşluğa
Sakalının koyu meşe dallarıyla
Kapatınca karanlık bulutlar
Göklerdeki hâsin ve eski ahitten
Bir mezmurla isyan eden babamız
Dilsiz ve korkulu ve yoksul
Sıkı toprağı delip güneşe doğru
Alınyazısı yırtan ufacık tohum
Benim geçmiş tarlalardan arkadaşım
Kemik saplı kaçamak bir çakıyla
Kurak hayalgücümü kanatıyor
Sanki bir sayım günü ya da sikiyönetim
Issız sokaklarında surdiplerinin
Birbirine rastlamadan dolaşan
İki serüvenci gezgin gibiyiz
Bomboş bir sinemanın koltuklarında
Kapkara bir perdeyle ayrılmış gözlerimiz
Bir kuzunun boğazına saplanan hançer
Birden gürültülere boğuyor kenti
Kanlı sokaklarında gondollar yüzdüren
Bir venedik dişarda bu bozgun bizans
Çocukları hançerleyip öldürüyorlar
Kırik bir akordeon gibi yüzleri
Sanki erken rönesansın bir sarayında
Sesleri sarmaşıklar gibi bir madrigalin
İki sağır şarkıcı gibiyiz
Şiirimiz sarılıyor usanmaksızın
Birbirine ve biz sarılamıyoruz
Gölgeli kümeslerde yeniyetmeler
Kucağında fısıldaşan tavuklar
Kara gözlü sıpalar ve soluk soluğa
Evreni sevişmenin kuşlarıyla dolduran
Gelinler metresler orospular melekler
Ağaçların ve rüzgarın ve tüm denizlerin
Seslerine karışan su azgın hayat
Sanki seni ve beni
Boğazın çok derin akıntılarında
Ters yöne habersiz yelken kaldıran
İki çağdışı ve şaşkın balık gibi
Bir doyumsuz hasrete tutsak ediyor
Perdede şimdi kocaman bir hayal
Sadece senin yüzün

Onat Kutlar 
                                                                       

İstanbul

Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.

Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır

Fakat içimde şarkı bitti.

Cahit KÜLEBİ 
                                                                        
                                                                        
                                                                        
                                                                        
                                                                        

        SON...



 

 
 

 
 
  Bugün 4 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol